Hayat emek ister. Peki herkesten mi ister? Bazılarından hiç mi istemez?
Yaşamanın kolaylığı, zorluğu yaşayan her bir insan kadar değişkendir. Kimi yaşadıklarına bakar, kimi önündeki uzun yola. Büyük bir çoğunluk için zor olduğu kaçınılmaz bir gerçek. Yapmayı planladığımız her iş, almayı planladığımız her şey, düşünmek bile emek ister. Çok ince bir çizgidir üzerinde durduğumuz; düşünce fazla kaçarsa zaman kaybı olur. Harekete geçmek gerekir. Vaktinden önce harekete geçmek ise yan etkilerini uzun vadede gösterir.
Özellikle koçluk çalışmalarına başladığımdan bu yana insanların vaktinden önce harekete geçmek ile ilgili çok profesyonel olduğunu öğrendim. Bu işlerin kulağa kolay geldiği, herkesin kendisini ”..... koçu” ilan ettiği günümüzde ünvanları almanın bir yolu mutlaka var. Peki ya emek bunun neresinde? Hepimizin hayatında yok mu tepeden inme profesyoneller, tepen inme yöneticiler, koçlar ve daha niceleri... Hatta tepeden inme sevgiler, anneler, babalar bile var. Hayatına, karşısındakine emek vermeden, özenmeden hayatını bir başkasının değeri üzerinden ittirmeye, götürmeye programlanmışlar. Bu kişiler için, kendisinin bulunduğu alanın dışında kalan bir canlının gerçek anlamda önemi yok aslında. Hayalindeki imajı –mışcasına oluşturmanın bir yolunu bulduktan sonra gerisi kolay. Eğitim, donanım, gerçek okumalar, bilgiye ulaşma çabası zaten gereksiz!
O zaman emek verenler neyin derdinde?
İnsana olan saygı ve sevgiyi kötüye kullanmamanın derdinde. Gerçek olabilmek, kendisi gibi davranabilmek derdinde. Aslında emeği isteyen hayat değil. Bu sadece insanların elinde olan bir seçim. Emek verenin kendisi ile yaşadığı, vermeyenin ise; takip ettiği gölgenin gölgesinde kalmaya mahkum oluşunun hikayesi. Son yıllarda çıkan kişisel gelişim kitapları, insanın kendine ulaşma çabası, farkındalığı bir nebze olsun arttırdı da gerçek olanı ve gölgeleri ayırabilenlerin sayıları bu sayede yükseldi. Ayıramayanlar ise hala çoğunlukta. Komşu kızının/oğlunun nasıl olup da bu kadar kısa sürede bu kadar başarılı olduğunu çözmeye çalışanlar kendi bildikleri yerine gördüklerinin büyüsündeler henüz. Onların bahçesinde gördükleri ile o kadar meşguller ki kendi çiçeklerini kurumaya terk ediyorlar. Özgüvenleri bu şişirilmiş resimlerin altında adeta yok oluyor. Anlamakta güçlük çekip kendi şanslarına okkalı sövüyorlar. Gerçekler ise bambaşka. Ambalajlar sağlam çünkü teknoloji sağlam. Peki ya içindekiler? İçindekiler derken gerçek anlamı ile soruyorum. Bu insanların “içindekiler” tam olarak nedir, nasıldır? Kokusu, rengi, kendine has lezzeti var mıdır? Yoksa varlığına inandırılan tek şey ambalaj mıdır?
Bu yazılanların tümü hayal ürünü demek isterdim ama malesef değil. Sadece herkes için geçerli değil. Tecrübesi, hikayesi, kendisi olabilenler her zaman meclis dışı elbette.
Hepimizin bir arayışı var. Dertlerimiz çoğaldı. Zaman kendinden geçmişcesine akıp giderken, aydınlatılmış bir yol hepimiz için hayati değerde. Ancak yolu ararken yoldan olmamak da bir o kadar önemli ve değerli olmamalı mı? Hak ettiğimiz ilgiyi, hizmeti, ilişkiyi ararken biraz daha derin düşünemez miyiz mesela? Ufak çaplı da olsa araştıramaz mıyız? Böylece gerçek ve gölge olanı ayıramaz mıyız? Herkesin söylediğine inanmadan, doğru kabul etmeden önce rehberimize de bir kulak veremez miyiz? Cevaplar her birimizin içinde, aklında, yüreğinde önemli olan biraz emek vermeye gönüllü olmak. Aksi durumda bu gönüllerden faydalanıp, gönül şatolarımıza hükmedip; gözümüzü, kulağımızı ele geçirenlerimiz çok olur...