top of page

Biraz Cesaret..


Kimselerle konuşmak istemez insan. Sebepsiz bir durgunluk hali gelir. Günlük rutinlerine devam eder, içi acıya acıya. Sabah kalkar, yataktan bedenini ayırsa ruhunu ayıramaz; giyinir aynaya bakar kendini tanıyamaz. Geri dönmek ister uyku kıyafetlerine, onu sorgulamadan kucaklayan uykunun içine. Sonra sokar ayaklarını topuklu, topuksuz kalıplarına ve başlar birgün daha.

Ofiste bir günaydın ağır gelir. Birkaç lokma birşey yer, gömülür kendini unuturcasına. Omuzları düşük, yüzü renksiz, gözleri ışıklarını kapamıştır. Kimse anlamaz ama o küstür aslında...

Tanıdık küslükler içinde oldunuz mu bilmiyorum. Bu yarış dolu düzende dengeleri bozmadan devam edebilmek, enerjimizi korumak, hatta sürekli kılmak epey zor. Sanki bir bitiş çizgisi varmışcasına kendi kendimizle dahi yarışır hale geldik. Sona ulaştık, ulaşıyoruz derken bir bakıyoruz yine bir engel ya da bitti sandığımız yeni başlangıçlar çıkıyor karşımıza. Yoruluyoruz, bıkıyoruz, sözde bırakıyoruz, özde yok oluyoruz ama sabah oluyor tekrar yola koyuluyoruz. İşte aradan geçen bu zamanda içimize içimize küsüyoruz.

Gün içinde bir sürü ilişkiden geçiyoruz. Rollerimiz sürekli değişiyor. Bir iskambil oyununun düzeni gibi onlarca yeni el geliyor. Her seferinde yeni ele göre stratejiler kuruyoruz, modeller geliştiriyoruz. Tüm rollerin görevleri bitip, yerine çekildiklerinde ve kendimizle başbaşa kaldığımızda bir yerde bir sızı oluyor. İşte ben ona içine küsmek diyorum. O gün boyu aslında orda sızlayıp duruyor biz ise duyamayacak kadar meşgul oluyoruz. Bir süre ilgilenemediğimiz bu küslükler sonra bizi ilk paragrafa götürüp, bırakıyor.

Neye küsüyoruz, kimlere küsüyoruz ne önemi var? Küsüyoruz işte. Bizi anlamayanlara, emeklerimizi görmeyenlere, önemsemeyenlere, bizimle ilgilenmeyenlere, yaptığımız işleri kendisi yapmış gibi gösterenlere, sadece kendini düşünenlere, 1 kilo meyvanın içine 1 adet bile olsa çürük koyanlara, o elbise bize çok yakıştığı halde iltifatı esirgeyenlere, o pantolon bizi şişman gösterdiği halde çok güzel olduğumuzu söyleyenlere, arayacağını söyleyip aramayanlara, telefonumuza bakmayanlara, içten olmayanlara, gülümsemeyi unutanlara....

Sonra bu yüklerin hepsini alıp sürükleye sürükleye evimize götürüyoruz. En saf, en temiz, en doğal ortamımız evimizin salonunun ortasına bırakıveriyoruz. Üstümüze başımıza sinen bu küslükler en sevdiklerimize bulaşıyor şimdi de.. Ya çok doyuyor karnımız ya aç kalkıyoruz akşamımızdan. Sonra içi küslükler ile dolu ufak bir sohbet sonra yatak. Rüyalar bile renk mi değiştirmiş ne? Sonra gün aydınlanıyor. Ve yine gidiyoruz ilk paragrafa...

Size de tanıdık mı? Var mı böyle günleriniz? Cevap evet ise yazının devamına beklerim.. Cevap hayır ise sizi tebrik ederim, bu yazıya devam etmeyin derim...

Peki bu küslükleri sahiplerine nasıl iade edeceğiz? Bizim mi değil mi nasıl anlayacağız? Onların yerini hangi duygu ve düşünceler ile dolduracağız?

Bu işin bir kuralı yok tabiki. Sadece uygulayabileceğimiz bazı stratejilerimiz olabilir. Başa çıkmak yerine bu küslükleri hiç yaşamamayı tercih edebiliriz. Kendi önlemlerimden birkaçını paylaşmak isterim:

  • Kokusu ağır duygular ve düşünceler ile karşılaştığımda ilk baktığım şey “bunlar bana mı ait yoksa bir başkasının inanç ve değerlerinin penceresine burnumu uzatmışım da konuya ordan mı bakıyorum? Sorusunun cevabı.. Çünkü hayata bakarken hepimiz aynı yere baksak dahi manzaralarımız epey farklı!

  • Haksızlığa uğradığımı düşünüyorsam bunun için ne yaptım? O kişi ile konuştum mu, kendimi yeterince ifade ettim mi? Onu suçlamak yerine yaptıklarının bende bıraktığı izleri gösterebildim mi? Bu maddede “hep ben mi söyleyeceğim hatalarını, biraz da o görsün, anlasın canım”diyenlerimiz olabilir. Fakat şunu unutmamak gerekir; herkes dünyaya farklı kodlar ile geliyor, bambaşka çevrelerde yetişiyor, herkes kendince tek. Dolayısı ile karşımızdakini direkt yargılamadan önce bu durumu bilerek ve isteyerek yarattığından; bizde bıraktığı olumsuz etkilerinden haberdar olduğundan emin olmalıyız.

  • Zamanında “hayır” demiş miydim? Çeşitli ihtiyaçlarımız paralelinde “hayır” kelimesini kullanmaktan kaçınabiliriz. Daha çok sevilmek, hayır dediğimizde bize olan ihtiyacın ortadan kalkması, kişileri ve durumları kendimize bağımlı kılmak gibi farklı nedenlerimiz olabilir. Zamanında diyemediğimiz “hayırlar” biriktikçe önceliğimiz kendimiz olmaktan çıkar ve sıra başını hep başkaları almaya başlar. Burada parmağın ucu sadece diğerlerini göstermemelidir. İlk sorumluluk bize aittir. Yapamayacağımız bir işi üstümüze almak, kabul edemeyeceğimiz tekliflere olumlu cevap vermek, ilgimizi çekmeyen ortamlarda zorla bulunmak baştan kaçındığımız “hayırlar”ın sayesinde kendi kendimize çektirdiğimiz; fakat buna rağmen ötekini suçladığımız; çilelerdir.

  • Sınırlarım net mi? Her bireyin kendine ait sınırlarının olması ve bunu etrafında olan herkesin saygı ile karşılıyor olması önemli bir nokta. Yaşam alanımıza, özgürlüklerimize, tercihlerimize ilk müdahaleler bu sınırların ufak ufak aşılması ile başlıyor.

  • Bu duygu ve düşünceler bana ne söylüyor? Kendimle ilgili değiştirmeye ihtiyaç duyduğum, gelen tepki veya karşılıkları haklı bulduğum alanlar var mı? Bunları değiştirmek için ne yapabilirim? Bu özeleştiriyi yapabilmek kendimizi yenilememize yarayacağı kadar, etki alanımızı da genişletmemize olanak sağlayacaktır.

  • Kendimle olan ilişkim ne kadar sağlam? Bizden en çok biz memnun olmalıyız. Kendi karnemizi başkalarına değil, kendimize notlattırmalıyız. Tıpkı bir okul karnesi gibi her dersten alacağımız notu, tüm objektifliğimizle, kendimiz belirlemeliyiz. Başkalarının bizi notlamasına izin vermek, karneyi onlara teslim etmek “anahtarı kapının üzerinde bırakmak” olur. İsteyen içeri girer, istediği odada dolaşır, bir süre sonra kendi alanıymışcasına hareket etmeye başlar. En sonunda da bize ait ne varsa sahiplenir. Aslında tam tersi olmalıdır. Kapıdan içeri gireceklere bizim karar vermemiz en doğru olanıdır.

Bunların ötesinde, hayat küskünlüklerle tabiki geçmez. Hepimizin elinde bir ömür var. Hayata dahil olmak atılacak en büyük adımdır. Bir köşede sıranın bize gelmesini beklemek, oyuna davet beklemek sadece zaman kaybı değil; dibine kadar yaşama keyfinden de mahrum kalmaktır.

“Ben de varım” diyenler uzaktan izlediklerimiz, oyunun tadını çıkaranlardır ve tek farkları kendilerinden aldıkları cesarettir.


309 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page