
Psikoloji yüksek lisansı süresince “insana dair” birçok konuda araştırma, okuma ve denemeler hazırladık. Bunlardan bir tanesi “insanlar arasındaki bireysel farklılıkların kaynağına” bakmaktı. Bu konu üzerine derlediğim makaleyi “özünde insanı” açıklama çabası nedeni ile burada da paylaşmak istedim.
Tüm insanlık birlik ve beraberlik içinde yaratılmıştır. Bir insan dünyaya geldiğinde her şeyden bağımsız, tek başına olamaz. Bağlılığın ve beraberliğin ilk kanıtı annesi ile arasında, onları birbirine bağlayan kordon bağıdır. Buna rağmen bu birlik ve bağ birbiri ile bütünü ile aynı olmayı da sağlamaz. İnsanlar arasındaki başkalıkların, farklılıkların tek bir faktöre bağlanmasını “insanı sınırlamak” ile eşdeğer görüyor bu düşünceyi ise imkansız buluyorum.
Her şeyin bir sonu var mıdır emin değilim ancak bir başı, başlangıcı olduğu kesin. Bir bireyin başlangıcını ise doğumuna dayandırmak geç kalmış bir kronolojik yaklaşım.
Bir insan için başlangıç belki ilk düşüncede var olması belki de ilk ana rahmine düştüğü noktası. Yani dünyaya geldiğinde “doğmuş” değil, öncesinde de, sonrasında da yaşadıkları ile bir bütün değerlendirilmesi. Özellikle doğum öncesi dönem bilgi açısından çok karmaşık. Belki de bilinenler bilinmeyenlerden daha az. Ancak tıbben ortaya konmuş gerçekler fetüsün, anne karnında yaşadığı ortamın kimyasal faktörler, ısı ve daha birçok açıdan dengede olduğunu söylüyor. Fakat bu mükemmel sisteme rağmen çevresel faktörler, hastalıklar gibi nedenler ile içeride işlerin değişebildiği de bir gerçek. Buradaki gelişimsel süreç hem genetik hem de çevresel faktörler ile açıklanabilir. Bu dönemde duyulan, koklanan, tadılan vb. şeyler adeta kayıt edilir. Annenin zihinsel, bedensel sağlığının, stres faktöründen uzak kalmasının; çocukta zeka geriliği olması, sosyal ve duygusal gelişim bozuklukları gibi risklerin yaşanmasına engel teşkil ettiği bilinmektedir. Bir anlamda tüm bunlar, bir insanın içinde bulunduğu ortamın değişikliklerine maruz kalmasını ve buna bağlı bazı özellikler geliştirmesini bu erken evreden itibaren mümkün kılmakta gibi düşünebiliriz.
Sosyal bir dünyaya, genel kriterlere göre “sağlıklı” olarak gelmiş bir birey açısından “bireyler arasındaki farklılıkları” birkaç temel başlığın birleşiminde ele alabiliriz:
İnsan gelişigüzel ortaya çıkmaz. Aile, okul, toplum ve kişinin kendisinin katkıları ile bir birey haline gelir. “İnsan” kelimesi de tüm bunları kendi içinde gizler. Kendine ait potansiyeli, yetenekleri, sınırsızlıkları vardır. Doğuştan getirdikleri ve sonradan kazandıkları ile kendini tamamlar. Psikoloji bu süreçleri açıklarken farklı yaklaşımlar kullanır.
Beyin ve beden gelişimini, zihin sağlığını, kişilik özelliklerimizi, öğrenmelerimizi, duygularımızı belirleyen; genlerimizin, sinir sistemi ve hormonlarımızın bizi nasıl etkilediğini inceleyen biyolojik yaklaşım bütünün önemli bir parçasıdır. Doğum öncesi dönemde ebeveynlerimizden ilk aldığımız hediye DNA’mızdır. Bu hediye sadece onların değil, bizden önce ve onlardan da önce gelen türlerden gelen bir mirastır. DNA’dan oluşan ve kalıtsal bilgiler içeren genlerimiz kendi aralarında genetik olmayan faktörler ile de işbirliği yapar. Hormonlar da hem kişinin içindeki hem de çevresel koşullardan etkilenir. Tüm bu değişkenler sonunda “tek ve özel” bir birey dünyaya gelir. Judith Rich Harris’in “2050’den Bakışla Bizi Biz Yapan Özellikler” makalesinde üzerinde durmuş olduğu; “insan genomunun çözülmesi genetik araştırmalarına muazzam bir hız verdi ve bu durum genlerdeki ufak farklılıkların insanların kişiliklerinde ve bilişsel yetilerinde bariz farklılıklar yaratabileceğinin önce rağbet görmesini daha sonra anlaşılmasını sağladı. Araştırmacılar çocuğun beraberinde ortama getirdiği ayırıcı özellikler ve yatkınlıklar bilinmediği sürece, ortamın bir çocuğun gelişimini nasıl etkilediğinin kestirilemeyeceği gerçeğiyle sonunda yüzleşti. Genlere dönük kontrole girişmeksizin, sadece gelişimin sonuçlarına bakan araştırmalar bize hiçbir şey anlatamaz.” görüşüne katılıyorum. Bir insanın anne karnındaki gelişim aşamasında yaşanan bunca birleşmenin, değişimin müthiş sayıda olasıklar doğurması kaçınılmaz. Dolayısı ile 1950’lili yıllarda ortaya atılan “doğan her bebeğin aynı olması” fikrine katılmıyorum. İnsan üzerinde bir genellemeye giden bu yaklaşımın herkesi doğuştan standart bir ürün gibi etiketlediğini düşünüyorum.
Her bireyin kalıtımsal mirasının sabit olduğu düşünülen öğeleri olmaktadır. Genel anlamda yaşamın birinci yılından itibaren gözlemlenebilen, bu nedenle doğuştan getirdiğimize inanılan “mizaç” bu sabit öğelerin insan üzerindeki en belirleyicilerinden biridir. Kararlar almamızda, tepkilerimizde, etkinliklerimizde ve sosyal girişimlerimizdeki gizli pusulamız mizacımız olmaktadır. Yapılan bazı araştırmalara göre, geliştirdiğimiz huylarımız büyük oranda kalıtımsaldır ve değişmez. Farklı görüşlere göre ise; kalıtım ile gelen mizacın yaşam boyu devam edip etmemesinin bireyin çevresi ile olan etkileşimlerinin ve ebeveyn tepkisinin şekillendirici sonuçlarına bağlı olduğudur.
Ben ikinci görürüşü destekleyen bir bakış açısına sahibim. Erken çocukluktaki mizaç özelliklerinin değişebileceğini düşünüyorum. Mizacımız, duygusal hayatımızda belirleyici rolü olan ruh hallerimiz ile ilgili kişilik özelliklerimizdir. Bu haller, kişilerde sayısız farklı derece ve yoğunluklarda bulunur. Şiddeti, süresi, yoğunluğu herkeste farklıdır. Günümüzde de pek çok ebeveyn özellikle bebeklik döneminde çocuklarını karşılaştırmakta kimi zaman duygusal ve davranışsal farkların nedenini bir türlü bulamamaktadır. Yetişkinlerde de bazı insanların başlarına gelen olumsuz pek çok durum sonrası neşelerini kaybetmeden, hayata gülümsemeyi sürdürebildiklerini görürüz. Yaşadıkları, içinde bulunduğu ortam hatta sağlığı dahi bu gülümseme için yeterli değilken nasıl olur da kendilerini o noktada tutabildiklerini etraflarına düşündürürler. İşte bu gibi farklılıklar kalıtım ile gelen ve çevresel faktörler ile desteklenmiş, muhtemelen bir ömür boyu sürecek neşeli mizaç özelliğinden kaynaklanmaktadır. Bunun tam tersi hayatında elle tutulur gözle görülür bir sıkıntı, engel olmadığı halde sürekli melankoli ve negatif bir tutum içinde yaşayan hüzünlü mizaca sahip kişiler vardır. Hayata bakış açısını ve davranışları da etkileyen bu özellikler fizyolojik, genetik ve bağlamsal temellere dayanmaktadır. Dolayısı ile mizaç bireysel farklılıkların etkili kaynaklarından biridir.
Zor gibi gözükse de ben insanların değişebileceğine ve dönüşebileceğine; üstelik bunun bir yaşı, zamanı olmadığına inanıyorum. Beyin hayat boyu esnekliğini korumaktadır. Yeni deneyimler, öğrenmeler kişinin değişiminde önemli bir rol oynayabilir. Bir insana uygun bir ortam yaratıldığında, desteklendiğinde, eğitildiğinde potansiyelini açığa çıkarabilmesine olanak verildiğinde fark yaratabileceğini düşünüyorum. En azından mevcut durumundan bir adım dahi olsa ileriye gidebileceğine inanıyorum. Bir bireyin mizaç özelliklerini bilmek, onları doğuştan getirdiği bilgisine sahip olmak; o kişi ile ilgili her şeyi bildiğimiz anlamına gelmez. Sadece bir boyutunu anlayabiliriz. Onu tamamlayan diğer öğeleri merak ederiz. Bir topluluk içinde sürekli söz sahibi olmak isteyen, lider tavırlar sergileyen, başkalarına alan bırakmayan ve kendi taleplerinin geçerli olmasını isteyen bir kişiyi düşünelim. Böyle bir kişi hakkında görünen ve sergilediği özelliklerinin dışında ilk merak edeceğimiz şeyler ailesi, çevresi, eğitimi, nereden geldiği, hayat dinamikleri, nerede çalıştığı gibi onu kuşatan diğer alanlar olacaktır. Çünkü insan yaşadığı bağlamdan ayrı düşünülemez ve değerlendirllemez. İçinde bulunduğu bağlamda onu bir yere oturtma ihtiyacı hissederiz. Çünkü bizler çevremizden “öğreniriz”. Bir insanın davranışsal yaklaşımlarını belirleyen ailesi ve ailesinin dışında kalan, onlarla paylaşmadığı çevresi vardır. Aile; ebeveynler ve kardeşler temelinde bakıldığında özellikle ilk çağlarda/yaşlarda insanın temel yapı taşlarını oluşturan kişilerdir. Anne-babanın kişisel ve enetellektüel özellikleri, çocuğa yaklaşımları, gelir seviyesi, yetişme ortamı, kardeşler arası ilişkiler ve ortak paylaşılan tecrübeler oldukça önemlidir. Çocuk anne babasından, kendisinden büyük kardeşinden model alarak öğrenme sağlar. Ebeveyninde gördüğü birtakım özelliklerin kendinde de var olduğuna dair bir inanç geliştirir.
O nedenle doğru davranış ve ilişkilerin geliştiği bir aile ortamında büyüyen çocuğun diğer çevreleri ile uyumu daha rahat olur, daha kolay ilşkiler geliştirebilir, özsaygı ve özbenlik gibi kendine yönelik farkındalıkları gelişebilir ve daha doyumlu bir birey olarak yaşamına devam edebilir. Bunun tam tersi bir ortama maruz kalan çocuk ise bir süre sonra farklı çevrelere girdiğinde sorun yaratan, mutsuz, doyumsuz ve aile içinde hangi huzursuzluklar ile karşı karşıya kaldıysa ya onları yansıtmaya ya da tam tersi bir mekanizma geliştirmeye çaba gösterecek, hiçbir zaman gerçek potansiyelini ve kimliğini yaşamaya fırsat bulamaz. Ekonomik anlamda şartların daha iyi olduğu bir evde dünyaya gelen çocuğun daha iyi bir eğitim alması ve daha zor durumda olan akranlarına göre daha ileri bir gelişim göstermesi ve bir fark yaratması da mümkündür.
Her ailenin kendi içinde bir kültürü vardır. Bu kültürün; içinde yaşanılan toplumun kültüründen çok farklı olmaması, aile bireylerinin dış çevreye uyumu açısından önem taşımaktadır. Bireyin yaşadığı topluma göre ve tarihsel olaylar ile şekillenen kültür, tüm toplumun üzerindeki bir örtü gibidir. O nedenle kültürel farklılıklar, inançlar insanın bazı düşünce ve davranış kalıplarını benimsemesine ve bu kalıplara uygun bir yaşam sürmesine de yol açar. Dolayısı ile ailemiz ve çevremiz ile etkileşimlerimiz sonucu edindiğimiz kültür; bireysel farklılıklarımızın bir sebebi, ona bağlı geliştirdiğimiz kalıplar da sonucu haline gelir. Aile çocuğu, topluma ve toplumsal ilişki ve kurumlara da hazırlamaktadır. Ebeveynleri ile yetişkin çağına kadar yaşamış ancak aileye dair hiçbir sorumluluk almamış, birey olma olanakları tanınmamış bir birey, iş yaşamında veya evlilik kurumunun gereklerini yerine getirmekte çok zorlanacaktır. Bireyin iç ve dış çevresi ile kurduğu ilişkide önemli bir faktör olan ve bireyi diğerlerinden ayıran kişiliği tüm bu süreçlerden etkilenmektedir. Bir insanı bir başkasından ayıran kişiliğin şekillenmesinde genetik ve çevresel etmenler doğumdan itibaren karşılıklı bir ilişki içinde gelişir, şekillenir. Aile dışındaki bağlam da bireyin hayatında önemli bir alandır. Birey farklı bağlamlarda farklı kişilik özellikleri sergileyebilmektedir. Judith Rich Harris’in makalesinde (“Davranış üzerindeki genetik etkileri ve ortam etkilerini ayırmayı sağlayan metodolojiye kavuşmamızla birlikte, çocukların farklı bağlamlarda benzer şekilde davranma eğiliminin neredeyse tamamen davranış üzerindeki genetik etkilere bağlı olduğu açık seçik ortaya çıktı.”) benzer davranma eğilimini sadece genetik etkilere bağlaması görüşüne katılmıyorum. Bu durumu kişilik özelliklerinden kaynaklanan bir tutarlılık olduğunu düşünüyorum. İnsan genel itibari ile birbirini tamamlayıcı davranışlarda bulunma eğilimindedir.
Bir yetişkin istediği ortamda istediği tepkileri verme imkanına sahip olsa dahi, inşa ettiği değerleri paralelinde medeni bir davranış kalıbı sergilemeyi tercih eder. Olgun ve sorumluluklarının bilincinde olan kişiler için tutarlı ve uyumlu olmak içgüdüsel bir durumdur. Tüm bunlar bebeklik çağından itibaren sağlıklı etkileşimler ve ilişkiler geliştirebilmiş bireyler için geçerlidir. Bu bireyler ve onların bakış açılarının temeli yine, kalıtım ve çevresel faktörlerin birbirine, bireyi geliştirecek şekilde, uyumlanmasına dayanmaktadır. Sosyal bir valık olan insan için ailesi dışında katıldığı çevre duygu, düşünce ve davranışlarının şekillenmesi açısından önem taşır. Doğrudan ya dolaylı olarak yaşadığı etkilenmeler bir öğrenme yaratır ve buna uygun bir tavır geliştirir. İnsan, ortak bir amacın, ortak duygu ve düşüncelerin, iş bölümü, güven duygusu ve sosyalleşme gibi faydaların pir parçası olmak ister. Ait olmak istediği ortamın kurallarına uyum sağlayarak o ortamın/grubun bir üyesi haline gelir. Doğuştan getirdiği ya da aile ortamında edindiği bazı yönleri ait olmak istediği gruba uygun değil ise, o ortamlara uygun yeni tutum ve davranışlar geliştirir. Dolayısı ile içine dahil olunan aile dışı çevre de bireyi yönlendirme gücüne sahiptir.
İnsanlar arası bireysel farklılıklara etkisi olduğunu düşündüğüm bir diğer yaklaşım bilinçdışı faktörler. Bireyin bilinçdışı oluşmuş korku, tutku ve motivasyonlarının kendisine ve hayatına olan etkilerinin kaçınılmazlığı. Kimi zaman neden ve ne zaman edindiğimizi bilmediğimiz bilinçdışı duygu, düşünce ve davranışları sergilerken buluruz kendimizi. Burası bizim kör noktalarımızdır. Bu alan geçmiş tecrübe, inanç ve deneyimlerimizin yaşanmamış önyargılarını da barındırıyor olabilir. Her insanda farklı derinlik ve yoğunluklarda varlığını sürdürebilecek bilinçdışı süreçlerin de bireyler arası farklılıklara etki ettiğini düşünüyorum.
Ruhsal, duygusal, zihinsel, sosyal yönleri olan; tüm bunları kendi kişiliğinde buluşturan insanı ve onu bir diğerinden ayıran özellikleri, tek bir faktöre bağlamak imkansız olur. Yaşayan her bir bireyin kendine özel bir yazılımı ve sistemi vardır. Ve o sistem tüm belirttiğim süreçlerden, yapılardan, ilişkilerden yaşamının her döneminde farklı şekillerde etkilenir.
İnsan amaca yöneliktir. Bu özelliği onun çevresinden ayrılmasına olanak vermez. Her bireyin amacındaki farklılık, sahip olduğu tüm özelliklerini farklı kullanmasına neden olur. Hatta yeni dünya düzeninde yeni farklılıklar yaratması ihtiyacını da beraberinde getirir. İçinde bulunduğu çağa ayak uydurma zorunluluğu kendinde bazı güncellemeler yapmasına yol açar. Dolayısı ile bu süreç tek seferlik değil, süreklidir. Gelişmeye, değişmeye, dönüşmeye dayalıdır. Bu süreci sadece genetik bagaja bağlayan görüşün yetersiz kalacağına inanıyorum. Öyle olsa idi insanın; kendini gerçekleştirme amacı olmaz, deneyimlerinden öğrenmez, yeni farkındalıklara kavuşmaz, geldiği gibi gitmeye razı olurdu.
İnsan ruhu ve sezgileri olan bir varlıktır. Kendini çevreleyen nesneler ile, insanlar ile, kültürler ile bağlantısı vardır. Kendine ait olanları çevreden aldıklarına katar ve kendi karmasını yaratır.
İnsanın sınırsız bir potansiyeli vardır. Bazı özellikleri doğuştan getiremese bile inanarak, isteyerek, çalışarak pek çok farklılığı yaratabilecek güce sahiptir.
İnsan kalıtımsaldır. Bu inkar edilemez. Ancak tek gerçek olarak bu yönü kabul edildiğinde, mutlaka eksik tanımlanmış olacaktır.